‘‘Xén ji bo cané xwe canân dıxwazın, xén ji ji bo canâné xwe cané xwe didin’’…EHMEDÊ XANÌ**
Her şeyin yaşaması mümkündür belki o küçük köyde. Anadolu bozkırında belki güller açmaz, ama her yer suni güllerle kaplıdır orda. Ne vakit bir gül toprağı çatırdayarak açmaya çalışsa, gökyüzü kapatır gözbebeklerini. Rüzgâr daha acımasız savurur ihanetini ve güneş yakar küçük bir kızın tenini yakar gibi o gülün bedenini. Küçük bir gülün, büyük bir sevdanın yaşaması mümkün değildir her şeyin yaşaması mümkün olan yerde. Bunu bilemeden iki sevdalı, iki temiz yürek Mem u Zin’in emaneti aşkı, yaşamaya, yaşatmaya çalışır.
Aynı mahallenin çocuklarıdır Fırat ile Gülistan. Nasıl tanıştılar diye bir mazileri bile yoktur. Hayata gözlerini açtıklarında beraberlerdir çünkü, kaparken de beraber olmak isterler. Bunun için de birbirlerini çok sevmeleri gerekiyormuş. Onlarda öyle yaptılar çok sevdiler hem de MEM u ZİN’i yâd edercesine… Hep beraberlerdi: aynı mahallede, aynı okulda ve aynı sınıfta…
Liseye başladıkları yıla kadar beraber gezmelerine kimse bir şey demiyordu. Çocuktular çünkü. O yıl İkisi artık 15’ine gelmişti. Yavaş yavaş bedenleri, toplumun onlara bakış açıları değişiyor; ama bir tek şey, sevdaları değişmiyordu. İlk günkü gibi yeni, İlk günkü gibi doğal ve ilk günkü gibi kifayetsiz. Fırat artık saçlarını jöleliyor, traş oluyordu. Küçükken babası öptüğünde yanağına battığından sevmediği dikenleri, kirli sakalları artık seviyordu. Gülistan ise ismindeki anlamdan daha fazla bir güzellikteydi artık. Endamına, yüzündeki tek karalık olan yanağındaki beninin güzelliğine benzeyecek, dünyada başka güzel bir şey yoktu.
Okul servisinden inerken saçlarını rüzgâra veriyor, matematik defterinin arkasına şiirler yazıyordu. Bu şiirlerin çoğu Fırat'ın ona yazdıklarıydı. Odasına en sevdiği artistin resmini asmasa da yüreğine Fırat’a olan sevdasının suretini kazımıştı. Yaş haddinden dolayı artık yan yana yürümeleri yasaktı. Fırat Gülistan’ı servisten inerken kapıda karşılıyordu her sabah. Başkaları anlamasın diye arkadaşlarıyla muhabbet ediyormuş gibi yapardı ama gizli gizli derin derin bakardı sevdiğine. Kimseler anlamasa da Gülistan biliyordu kendisi için geldiğini. Onlar yan yana yürümeseler de, konuşmasalar da birbirlerinin ellerini tutmasalar da gerçek aşkı yaşıyorlardı. Suni aşkların özgürce yaşamak hakkı varken böylesi gerçek aşkların nefes almaları bile yasaktı. Oysa Gülistan kendisini, her sabah okul kapısında karşılayan Fırat'ın kollarına atmak istiyordu, Fırat ise Gülistan’ın rüzgârdan savrulan ipek saçlarının sakladığı, o güzel yeşil gözlerine doyasıya bakabilmek için elleriyle saçlarını aralamak istiyordu.
Her aşkta olduğu gibi onların da geleceğe dair umutları, hayalleri vardı. En büyük hayalleri hiçbir gerçek aşkta gerçekleşmemiş olan, mutlu son yani kavuşmaktı. Pembe panjurlu, büyük bahçeli bir ev yerine mutfağı, banyosu, yatak odası bir olan tek gözlü kerpiç bir ev bile onları dünyanın en mutlu insanları yapmaya yetiyordu. Gülistan başını Fırat’ın göğsüne koyup Fırat’ın ona şiirler okumasını dünyanın o göz boyayan tüm maddi olanaklarına tercih ediyordu. Geleceğe dair tüm kaygıları evlenmekti. Evlendiklerinde ilk çocuklarına isim bile düşünmüşlerdi. Erkek olursa UMUT, kız olursa BERFİN… Umut tüm imkânsızlıklara rağmen hayatta bir umudun olması gerekliliğini taşıyacaktı isminde. Berfin ise saçlarında bir kardelen çiçeği kadar masum, onun kadar kirletilmemiş aşkların sembolünü…
Fırat yazdığı mektupları, sevdiğine ulaştırması için kuzu çobanı Hasan’ın eline tutuştururdu. Bu mektuplarda hep kavuşmamaktan korktuğunu yazardı Gülistan’a. Gülistan her seferinde şunları tekrarlardı: ‘Korkma sevdiğim, bizde bu aşk olduğu sürece bizi ayırmaya kimsenin gücü yetmez. Sen her zaman yüreğini ferah tut ve sevgi de kal. Çünkü sevgimiz yetecek her şeye göreceksin’’. Fırat’ın kaygıları bir türlü bitmek bilmiyordu. Acaba Gülistan’ın dediği gibi sevmek yetecek miydi her şeye. Aslında kaygılarında biraz da haklıydı. Gülistan’la aralarındaki duygusallığa aşk adını koymuşlardı ve hiçbir gerçek aşkta da kavuşmak yoktu. Her aşkın sonunda mutlaka bir Beko Fesat olur, ne yapar ne eder bu aşk meretinin tek ilacı olan kavuşmayı engellerdi. Bu korkulara rağmen yüreğinin bir yerlerinde her şeye inat umudu taşıyordu Fırat. Belki bu sefer ayrılık değil de aşk kazanır diye.
O yılın yaz tatilinde Fırat okul başlayana kadar akrabası Kemal Ustanın demir doğrama atölyesinde çırak olur. Her akşam eve yorgun, üstü başı yağ içinde dönerdi. Eve geldiğinde yaptığı ilk iş öncelikle evlerinin önündeki koca taşın altına Çoban Hasan’ın koyduğu Gülistandan gelen mektupları alıp okumak yerlerine yazdığı cevapları koymaktı. Hemen hemen her gün mektuplaşıyorlardı. Gülistan son mektubunda; ‘ Sevdiğim nasılsın? Hem bana çok yakınsın hem de çok uzak. Aynı köyde, aynı mahalledeyiz ama görüşemiyoruz.
Eskiden sırf beni görmek için bizim evin önünden geçerdin. Ben de uzun uzun bakardım sana. Şimdi ne oldu? Yoksa beni eskisi kadar sevmiyor musun? Yâda babam bir şeyler mi dedi sana? Bunun sebebini uzun uzun yaz bana. Bu arada sen bir yerlerde işe mi başladın niye bana söylemedin? Kendine ve yüreğindeki sevdamıza çok iyi bak hoşçakal…’’ diye yazmıştı. Fırat mektubu okuduktan sonra Gülistan’ın babasının onu dövdüğünü yazmadı ve dudağından şu mısralar dökülüverdi: ‘başıma neler geldi sana diyemedim, beni kaç kere dövdüler adını söylemedim…’’sonra da sevdiğine şunları yazdı. Merhaba dudağımdaki kırık dökük yine de o eşkâlsiz, emsalsiz gülüşün sebebi, iyim umarım sende iyisin. Evet, Kemal Ustanın yanında işe başladım sana söyleyecektim ama sen duymuşsun bile. Bakıyorum da kulakların iyi duyuyor. Çok yoruluyorum canım. Seni görmeye gelmeyişimin sebebi de bu. Yok, baban bir şey yapmadı bana. Eğer bir gün senin için birilerinden dayak yiyecek olursam bu umurumda bile değil, senin için dayak yemek bile güzel çünkü…’’ Hâlbuki Gülistan, Fırat’ın bir yerlerde işe başladığını kimseden duymamıştı.
Sadece son zamanlarda Fırat’ın ona yazdığı mektuplarda yağ izi vardı. Bu iz Fırat’ın o kirli ellerinin izinden başka bir şey değildi. Yaz mevsimi buluşma noktasıdır o köydeki insanlar için. Öğrenciler, Gurbetçiler ve büyük şehirlerde yaşayanlar kısacası herkes yazın köyde olur. En büyük aktiviteleri ise düğünlerdir. Düğünler de kızların kimisi şalvar giyerken, kimisi de kaftan giyer. Kızlar geleneklerine göre giyinir, erkekler tam tersi öyle bir telaş içinde değillerdir. Kot pantolon, altına spor ayakkabı, saçlar jöle kutusunun içine düşmüş, tipik geleneksel bir köy giyiminden daha çok şehir giyimini andırır.
Yaz sıcağı vuruyordu o bozkırın ortasına, hasat zamanı herkes tarlalarda; biçerdöverler, samancılar, davarlarını otlama telaşındaki çobanlar ve eşek ya da bisiklet üzerinde bakkala buğday yetiştirmeye çalışan çocuklar. Köyde de davul zurna sesleri birbirine karışmakta, hemen her gün en az 3–4 düğün. Ne düğündekiler tarladakilerin umurunda, ne de tarladakiler düğündekilerin. Kimisi ekmek kavgasında kimisi zevki sefada. Fırat ise kulağına gelen davul sesinin hoşnutluğundan ustasından düğüne gitmek için izin aldı. Alelacele elini yüzünü yıkayıp üstünü değişti. Ellerini ne kadar yıkasa da ellerindeki yağ izi bir türlü çıkmıyordu. Ve bir ara cüzdanından çıkardığı Gülistan’ın fotoğrafına bakarak kendince şunları söyledi: ‘ Gülé görüyorsun demi ellerimin halini, ne kadar yıkasam da çıkmıyor bu kir. Ellerimin halini yüreğime benzetiyorum. Ne yaparsam yapıyım elimdeki kir gibi sevdan da işlemiş yüreğime çıkmak bilmiyor…’’ Fırat düğüne gelir gelmez Gülistanı aradı gözleri. Sevmek denen, yeryüzünde çok az bıraktığımız şey bu olsa gerek. Gülistan’ı gördüğünde inanmadı gözlerine.
Üzerinde yaşından, bedeninden 2–3 beden büyük bir elbise, bebek yüzünde yakışmamış gereksiz bir makyaj vardı. Bir an için bu Gülistan olamaz diye iç geçirdi. Düğün boyunca Gülistan uzun uzun baktı sevdiğine. Fırat o vurulduğu yeşil gözlerden benim sevdiğim kız bu değil diye hep kaçırdı gözlerini. Acaba niye kendine yakışmayacak böyle bir gereksinim duydu diye düşündü Fırat. Bunun cevabını iki gün sonra duyacaktı. Meğer o gün o şekilde giyinmesinin tek sebebi Almanya’dan gelen ablasıymış. Ablası Gülistan’ı Almanya’dan tanıdığı zengin, pasaportlu, Gülistan yaşça bir hayli büyük biriyle evlendirmek (ben evlendirmek dedim ama siz ne derseniz diyin) istiyormuş. Tabi bundan Gülistan’ın haberi yok. Düğün günü o adam hayatında ilk kez gördüğü çocuk sayılabilecek yaştaki Gülistan’ı beğeniyor. Diğer akşama da istetiyor ailesinden. Ailesi rızasını almak Gülistan’la konuşuyor. Gülistan’ın daha çocuk yaşında böyle bir teklif karşısındaki cevabı tabi ki hayır oluyordu. Bu işin olmasını kafasına koyan ablası Gülistan’ı kararından döndürmek için elinden geleni yapıyordu.
O gece uzun uzun konuştu Gülistan’la:
‘’Bak Gülistan, hayatının önemli kararlarından birini vermek üzeresin. İyi düşünüp kararını ver. Bu çocuk bizim için uygun ve senin içinde uygun olduğunu düşünüyoruz. Zaten bize göre bundan başka uygun kimse de yok. Söyle var mı?
— Var.
— Kimmiş O
— Fırat
— Fırat da kimmiş?
— Hacı Hasan’ın oğlu.
— Şu geçen ki düğünde elleri yağ içinde olan çocuk mu? Ya bırak Allah aşkına güldürme beni. Biz seninle kimleri konuşuyoruz. Sen tutup çulsuzun birinden bahsediyorsun…
— Bak abla Fırat çulsuzun biri, elleri de kirli olabilir. Ama yüreğinde şu kadarcık bile kir yok. Onun yüreğindeki beyazlık tüm dünya karanlığına yetecektir. O benim yüreğimdedir, bende onun yüreğinde… Benden ondan başkasına yar olmamı istemeyin. Bu mümkün değildir…
Evlilik konusunda kızların görüşünü alacak kadar çağdaş görünür olsalar da, kızlarının illaki kendilerinin seçmiş oldukları kişilerle evlenmelerini isterler. Bunun gerçekleştirmek içinde ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Abla, küçük kardeşinin Fırat’ın sevdasından başka hiç bir şeyin değmediği o tertemiz yüreğine maddi kirlilikleri sokmaya çalıştı günlerce.
—Bak gülistan, kardeşimsin, hayatta mutlu olmanı isterim. Ne istiyorsam senin iyiliğin için istiyorum. Biliyorum Fırat’ı seviyorsun. Ama sevmek yetmiyor tek basına, Hani derler ya ask karın doyurmuyor, doyurmaz burada sefalet içinde ölürsün. Bak sana bana, neyim eksik. Hayatta isteyeceğim her şeyi alabilecek güçteyim. Bu kimin sayesinde tabiî ki kocam sayesinde. Eğer ben senin gibi zamanında ask diye tuttursaydım buralarda çürürdüm. Aklını basına topla ve ilerde pişman olacağın kararlar verme ve beni dinle… Ahmet ile evlen dünyaları sersin ayağına, Fırat sana ne verebilir ki?
Ablasının söylediği her laf bir kursundu sanki yüreğine sıkılmış, şarjörü boşaltılmış bir ayrılık kusuyordu her saniye, ne yapacağını bilemeden Fırat’ı düşündü Gülistan. Çocukluğunu, arkadaşlığını ve o küçük bedenlerinde iki büyük yüreğe sığmayan sevdalarını. Tertemiz sevdanın yerine ihaneti yeşertmek o kadar da kolay olmadı? Umuduna hayaline kavuşamama acizliginde ne karar verebileceğini düşünme fırsatı bile verilmemişti.
Hani idam sehpasında boynuna olum fermanı asılmış birine sorulur: son isteğin nedir diye? Hani, ‘son isteğim yaşamaktır’ derse, yasama isteği yerine getirilecek midir? Gülistanın kararı verilmiş ona sorulmadan, ihanetin sürgünlüğünde yasamasına ferman çıkarılmış ve ona sorulmuş son kez: Ahmet ile evlenecek misin diye? İdama giden biriyle hem cevabı hem kaderi aynıdır; yasamak sonuna kadar yaşamak, yaşamak aşkını… Bu isteği yerine getirilmez, fermanına göre akıbeti yaşanır. Ve Gülistan Ahmet ile evlendirilir. Bu haber gecenin ortasına bir zurna sesi olarak dusse de Fırat'ın eşkıya yüreğine çığ düşürmüştü. Ne yapacağını bilemiyordu. Çaresizdi, kimsesizdi, yenikti, sevdası da yitik. Bir an haykırmak geçti içinden hayatın acımasızlığına. Haykıramadı… Sesi kısıktı. Ne kadar çok haykırmıştı sevdasını hayata, karşılığı ise koca bir ayrılık olmuştu. hayatımı yaktım bir gülüşünün uğruna ki külleri daha ellerinde durur şimdi kapı eşiğinde bir ayağın ne desem boş gözlerin payıma koca bir ayrılık düşürür yüreğimin deryasından kal demek geçer ve usul usul akar sevdamın dermansızlığına bilirim bir yanın gitmiyorum der diğer yanın çoktan uzakta. Git! aşkın mahallinde kalmasın bedenin benim içinde olmadığım yüreğin gibi götür onu da. Fırat.. Yangından mal kaçırırcasına düğün hazırlıklarına başlandı. Mahkeme tutanaklarında ismi okundu Gülistan’ın. Yaşı bile yetmiyordu evlenmeye çocuktu çünkü. Yaş tahsisi yapıldı ve yaşı 18’e yükseltildi. Bu tüm gayrı meşru isler resmi bir zeminde yapıldı. Gülistan ile Fırat’ın kavuşamama vakasında devlette taraf ve suçlu oldu.
Düğün yapıldı. Evlendirildi Gülistan. Bir yıla kalmazda Almanya’ya gitti. Fırat Okulu bitirdi. ÖSS ye hazırlandı. Başarılı bir öğrenci olmasına rağmen kazanamadı. Gülistan’dan sonra hep şunu diyordu. ’Ben senin için hayatı terk ettim’. Hayata tutunmak çok zordu oldu onun için. Gerçektende hayatı terk etmişti. Ayrılıktan başka en çokta Gülistan’ın düğünden iki gün sonra birine ‘ben aşığım Ahmet’e demesi’ üzmüştü Fırat’ı. Fırat anlayamıyordu dünyayı, insanları.Dört günde bir insan, bir insanı ne kadarda tanıyabilirdi ve ne çabuk unutabilirdi sevdiği birini? İçimdeki hüznün sebebini anlayabilsem Çözebilsem insan olmanın şifresini Ve anlatabilsem anlamakta direnenlere hayatı Aşkın sevginin birer yalan Gerçeğin bile gerçek olmadığını Anlatabilsem...
Ve anlayabilseler…
Fırat… Almanya'ya gider gitmez pembe gözlükler çıkarıldı gülistan’ın gözlerinden. Hayat zalimdir ya, bir kılıcını da Gülistan’ın güzel yüzüne sallar. Aşkın içinde olmadığı bir evlilik süremez. Sorun yaşar Ahmet’ le evliliklerinin 11.ayında ayrılırlar. Ayrılmasına ayrılırlar da 18’ine yeni girmiş Gülistan hamiledir. Ve yanında kimseler de yoktur ne para, ne ona vaat edilmiş hayat, ne de ne istiyorsam senin için istiyorum diyen ablası. Yalnızdır o.ve de kimsesiz..
Ve bugün gülistan dilini bilmediği yabancı bir ülkede, bir kadın sığınma evinde 18’sinde,dul, hamile ve kimsesizdir. Bu kimsesizliğin faturası kime çıkarılmalı? Yinede en kolayına gidip kader mi diyelim yoksa? **Kimisi canı için sevgili isterken,kimisi ise sevgilisi için canı verir..
SİNAN ŞAHİN 11 Mart 08 [email protected]