Ancak ne yazık ki, çok az kişi kaldılar.. Ali Erdoğan, Yusuf Güzel, Ömer Koyuncu benim arkadaşlarım.. Şimdi üçü de sağlıklı ve üçü de Ömerhanlı’dalar. Ali Erdoğan’ı da yazacağım.. Almanya’dan emeklidir. Yusuf Güzel benim Danimarka’da kolum kanadımdı. Danimarka’dan emekli. Yurda döndü. Ömer Koyuncu köyden ayrılmadı.
Yakup ağabeyden söz edecektim. Dünya tatlısı bir insandı. Zayıftı, güleçti, şakacıydı. Henüz yirmi sekiz yaşındayken dişlerinin hepsini çektirmişti. Takılıp çıkarılan cinsinden dişleri vardı. Bunu şunun için söylüyorum. Şakalarından birini dişleriyle yapmıştı.
Bir gün Konya yolunda otobüsün içinde.. Yanında oturan komşu köylü ile söyleşiyor. “Ben sihirbazım,” diyor. “Olmayacak şeyleri oldururum. Şimdi sen bana cebinden bir kabuklu yumurta çıkar, de hemen çıkarırım..” diyor. Adam da “Çıkar bakalım..” diyor.
Yakup Aktaş adamın gözüne cebinden çıkardığı yumurtayı dayayıveriyor.
Şaşırıp kalan adama Yakup ağabey ikinci hamleyle saldırıyor:
“Ben istersem ağzımdaki dişleri bir çırpıda yok ederim,” diyor.
Adam “Hadi canım, o kadar da değil,” demeye hazırlanırken Yakup ağabey kafasını yana çeviriyor. Takma dişlerini avucuna aldıktan sonra adama dişsiz ağzını kocaman açarak “Aaaaa!” diye sesleniyor. Adam kendini boş koltuklardan birine atıyor.
Otobüsün içi kahkahadan kırılıyor..
Yakup Aktaş Karayollarının kadrolu işçisiydi. Ömerhanlı Ankara Konya yolu üzerindedir. Ankara’dan köye girişte Karayollarının Bakımevi vardı. Kışın kardan yollar kapandığında ya da kapanacağında gelen ekipler burada barındırılırdı. Yakup ağabey bu bakımevi’nin bekçisi idi. Kış günlerinde geceleri de orada yatardı.
Biliyor musunuz, Ömerhanlı köyünün baş öğretmeni, Türk irfan ordusunun münevver neferi ve de Türkiye Cumhuriyeti’nin gözünün bebeği” ben Zeynel Kozanoğlu bu köye, çocuklarımıza ders vermek üzere gönderilmiş iken ve de henüz yirmi yaşların başında iken hayatımın en büyük dersini Yakup Aktaş’tan aldım.
Bakınız anlatayım. Bakımevi’nde karayolları işçileri koca bir sobanın çevresinde sıralanmış olarak oturur söyleşirlerdi. Bir İbrahim Çavuş vardı, pek yaşlıydı ama onu niye emekli etmediklerine hep şaşardım. Galiba çalışkan biriydi.
Bu İbrahim Çavuş insanlara tarihten pek çok olayı anlatırdı. Onlar da kulaklarını dört açarak dinlerlerdi. Ancak, bir olay vardı ki, İbrahim Çavuş’un anlattıkları yalan yanlış şeylerdi. Sözgelimi. “Yavuz Sultan Selim İstanbul’u aldığında, onun oğlu ikinci Murat Bağdat’a yürümüştü. Bağdat’ın kapısını Genç Osman açtı, lafı şuradan gelir ki, Sultan birinci Osman..” Yani hemen hemen bu karışıklıkta tarihi olayları anlatırdı.
Ben de aralarında bulunurdum. Ve ben ki, tarih biliyorum.. Ben ki, öğretmenim.. İbrahim Çavuş’un her lafını ağzına tıkardım. Her dediğinin yanlış olduğunu anlatabilmek için canımı dişime takardım. İşte Yakup Çavuş’un bana verdiği ders burada başlıyor:
Bir gün beni bir kenara çekti.
“Sen ne yapmaya çalışıyorsun?” dedi. “Adam ne güzel anlatıyor. Biz de güzel güzel dinliyoruz. Anlattıkları doğru olsa ne çıkar, yanlış olsa ne yazar.. Önemli olan onun tatlı tatlı söylemesi, bizim de tatlı tatlı dinlememiz değil mi? İbrahim Çavuş yanlış anlatıyor diye Türk tarihi değişecek mi? Yoksa zarar mı görecek? Adamcağıza asla karşı çıkma.”
Sevgili Yakup ağabey.. O günleri hatırladıkça burnumun direği sızlıyor. O günden sonra senin verdiğin bu dersi hiç unutmadım, inan. Kişi yanlış söylüyorsa, bu yanlışı onu ileride güç durumda bırakabilecek gibiyse karşı çıktım. Yoksa sesimi çıkarmadım.
Bir gün köyün genç kızları köy çeşmesinden su alıyorlardı. Çeşmenin tepesinden sürahimi uzattım ve su istedim. Genç bayanlardan kimileri suyu hemen vermek istemedi. “O da sıra beklesin,” diyecek oldular. Yakup Ağabeyin kız kardeşinin yetişkin kızı karşı çıktı. “Suyu verelim, dedi. “O benim akrabam, dedi.
Yakup ağabey, yalnız sen değil, senin akraban da bizi akrabadan sayıyordu. Sonraki yıllarda sen Almanya’dayken boyu az buçuk uzayan oğlun annesine öfkelenip evden çıkınca İzmir’de Zeynel Amcasının sıcacık yuvasında dinlenmeyi seçiyordu.
Evinizin kapısından ne zaman adım atsam rahmetli anacığının bana ilk sözü “Aç mısın?” demek olurdu. “Hayır, aç değilim” dediğimde de o ünlü sözünü yinelerdi:
“Haş tune, iş tune..”
Bir de çoğu kimse bilmez, sen Hayruş’un başını yakan adamdın.. Ben köye geldiğimde yalnızdım. Bir sohbet sırasında “Ankara’da bir sevdiğim var,” demiş bulundum. Ondan sonrasını sen üstlendin. Ankara’ya gittin. Hayruş’un annesini, babasını kızlarını bana vermeleri yönünde ısındırdın. Hayruş geldikten sonra da bize küçük kardeşinmişiz gibi göz kulak oldun. Biz köyden ayrıldık, sen Almanya’ya gittin.
Ama birbirimizi yitirmedik. Biz gerçekten iki kardeş gibiydik. Şimdi o günleri andıkça “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” adlı kitabın son satırlarını tekrar tekrar okuyorum. Kitapta kurtuluş savaşımız yıllarında Türklerle Yunanlar arasında yaşanan kötü olaylar anlatılıyor. Oysa, bu iki toplum yüzyıllar boyunca içli dışlı yaşamıştı.
Romanın kahramanı genç adam kitap biterken şöyle haykırıyor:
“…Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların Allah bin belasını versin..”
Kaynak ;Haberhurriyeti